Bilmiyorum ki kimim ben?

Yılların önemi yok, aylardan kasım, günler umrumda bile değil. Bugün kendimden biraz daha soğudum.Yataktan kalkmak için her gün biraz daha yorgun ve umutsuz hissediyorum.Her gün aynı şeyleri tekrar tekrar yapmak için yataktan kalkıp kahvaltıyı hazırlıyorum. İşe gitmem gerekiyor. Geç kalmamalıydım, çünkü patronum beni sevmiyor. İyi ki hislerimiz karşılıklı. Kıyafetlerimi giyerken önemsiz, saçlarımı tarasam bile düzensiz gözükeceğinin bilincine vardıktan sonra elime ne gelirse giyiyorum. Apartmanın kapısının önünde gökyüzüne bakarken, ayağıma hayatın anlamsızlığına dair fikri olmayan çocukların topu geliyor. Gözleri bir anda topu atmamı bekleyen bekleyiş bakışlarına bürünüyor. Topu onlara attıktan sonra gariplik seziyorum hayatımda. Ardından sırasıyla aynı klişeleşmiş sorular, "Neden sevmediğim hayata devam etmek zorundayım?" "Neden işe gidip patronun aşağılayıcı ses tonuna katlanmak zorundayım?" dedikten sonra işe gitmekten vazgeçiyorum. Çocukluğumu çalışarak geçirmenin hüznü ile sahile kadar düşünüyorum. Dalgalar hayata dair bir anlam kazanmış gibiydi. Hepsi düzen içinde bana bir şeyler anlatacak gibiydi, bense onlari anlayacak kadar mutlu değildim. Bir süre dalgalarla bakıştıktan sonra yüzmek istedim. Yüzme bilmediğim halde ilerledim. Keskin kayaların yüzeyine çıkmak isteyen dalgalar beni ya mutluluğa götürecekti ya da hissizliğe. O sıra onu hatırladım. Onu bu distopya da bırakıp gidemez, böyle bir kararı, ona ulaşmadan gerçekleştiremezdim. Depresif insan gibi düşünerek bir düşünce boşluğuna düşmüştüm. Soruları ne ben söylüyordum ne de o. Sorulara karar veren yeryüzündeki tanrılarımızdı. Eve eli boş, işi yok bir şekilde dönmüştüm. Bu kez apartmanın girişinde gülerek top oynayan çocukları görmedim. Sebebi yukarıdaki huysuz ihtiyardan başkası olamazdı. Kapıyı açıp ayaklarımı ayakkabı denilen canavarın ağzından çıkardım. Yatağa oturup bir süre kendimle konuştuktan sonra onu aradım. Artık bu iş platonik kalmamalıydı onun da haberi olmalıydı, en azından mezarıma geldiği zaman bunun bilincine sahip şekilde ağlamalıydı. Ama açmadı... Telefon açılmadığı için düşüncelerim yüzüme kapanmıştı. Yatağa uzanıp neden açmadığının kavgasını veriyorum. Karamsar düşüncelerimle kavga ederken kendime yeniliyorum. Daha kafasındakilerin, düşündüklerinin üstesinden gelemeyen biri, ona nasıl sevdiğini söyleyecekti ki? Düşüncelerimle boğuşurken evin kapısı açılıyor ve içeri her zaman ki gibi mutlu olan Yavuz giriyor. Yavuz benim en iyi arkadaşım, belki de tek arkadaşım olduğu için en iyisi. Naberleşip salona oturduk. Yine her zamanki gibi sevdiği kadından ve ilişkilerinden konu açıyor. Ben artık Yavuz'un aşk hikayelerinden çok sıkılmıştım. Kendime ait bir romantikliği ve umutlarımın gerçekleştiği aşk hikayeleri yazmak istiyordum. Yavuz'a Cansu'yu anlattıktan sonra umursamaz tavırla "İyi sevindim senin adına" gibi geçiştirici cümlelerle kendi hikayesini anlatmaya devam etti. Yavuz'dan müsaade isteyip odama geçtim. Cansu'yu tekrar aradım bu kez açtı. Buluşmak istediğimden önce neden açmadığını sordum. İşlerinin olduğunu, bu aralar işlerden çok sıkıldığını söyleyince akşam buluşmanın iyi geleceği yalanıyla kısık ses tonuyla teklif ettim, "Olur" dedi ve işlerine dönmesi gerektigini hatırlattı. Telefonu  kapattıktan sonra buluşacağımız kafeye gittim. Kafedekiler benim oraya gelmemden rahatsız olmuş gibi masaya kadar gözleriyle eşlik ettiler. Masaya oturunca bir anda karşısındakine benim hakkımdaki yorumlarını söylediler. Muhtemelen "Kim bu yaratık?" gibi şeyler demişlerdir. Bir iki saat bekledikten sonra geldi. Girdiği andaki heyecanımı görenler "Yaratık gülebiliyor" diye bakıp güldüler. Cansu oturur oturmaz söylemek istedim. Bir şeyler söylemenin zamanıydı, nefes alıp vermenin zamanı değildi. Ona onu sevdiğimi, belki ona yazdığım şiirleri ona okutabilecegimi söyledim. Bekledim. Artık onsuz bir hayatım olmayacaktı. Biliyordu benim yıllardır onu sevdiğimi. Cevabı "Hayır" oldu. Açıklama gereksinime girmeden onunla gerçekleştireceğim hayallerim, ona yazacağım şiirlerim başıma yıkılmıştı. Kafedekilere baktığımda çoktan kalkmışlardı. Ben de onlar olmasa bile masalardan gizlenerek ağlayarak dışarı çıktım ve eve doğru hızlıca yürüdüm. Betondan yapılmış ağaçların yanındaki yemyeşil binaya girerken ağlayan çocukları gördüm. Oynadıkları top ihtiyar tarafından kesilmiş ve parçalanmıştı. Onlar da çaresizce ağlıyorlardı, benim gibi. Hayatlarından sevdikleri gitmiş gibi zevk almıyorlardı. Başka oyun da oynamıyorlardı. Benim başka aşka başlamak istemeyişim gibi... Eve girdiğimde Yavuz'un gittiğini fark ettim. Biliyor musunuz? Yavuz diye birisi yok. Gerçekliği sadece hissiz olduğum zamanlarda ortaya çıkıyordu ağladığımda, güldüğümde yani hissizleştiğimde... Ortada ne Cansu vardı ne de Yavuz. Belki de kafedeki kalabalık bile gerçek değildi. Peki ya ben? Cansu'yu ölümüne seven ruhum gerçekten neredeydi? Kimdik biz her şeyden nefret etmeye başlayacak mıydık? İhtiyarlaşıp pişmanlıktan çocukların toplarını mı kesecektik? Bilmiyorum belki de ihtiyar da gerçek değildir. Hiç görmedim zaten sadece aynadaki ağlayan yansımamdan başkasını hatırlamıyorum.

Yorumlar

Popüler Yayınlar